top of page
  • Merve Gürşen

“Minyatür 2.0”a Bakmak

Geçtiğimiz kıştan beri merakla beklediğim “Minyatür 2.0: Güncel Sanatta Minyatür” sergisi, kapılarını geçtiğimiz ayın başında Pera Müzesi’nde açtı. Dikkat çekici bir başlıkla anılan sergi ismini, yüzyıllar öncesinde bazı doğu imparatorluklarında bir saray sanatı olan minyatürün, birçok günümüz sanatçısının ellerinde çağdaş bir tarza bürünüşünden alıyor.



Azra Tüzünoğlu ve Gülce Özkara küratörlüğünde gerçekleşen sergide, doğup büyüdüğü coğrafyada minyatür sanatının kök saldığı 14 sanatçının 40’ı aşkın işi bulunuyor. Serginin temel amacı, minyatür resminin Müslüman doğu kültürlerinde tasvir yasağı sonrasında sanatsal bir dışavurum aracı olduğu algısını yıkmak ve bununla paralel bir şekilde, bugün hala “ileri” görülen batı sanatı ile doğu sanatı kıyaslamasının da ötesine geçmek. Bu sebeple sergide yer alan işlerin tamamı, minyatür sanatının bugün bir tür direniş aracı olarak algılanması gerektiğinin altını çiziyor.



Günümüz dünyası sorunlarının çağdaş bir yaklaşımla, geçmişten gelen bir sanat biçimini aracılığıyla ele alındığı bu ilginç sergide; sömürgecilik, toplumsal cinsiyet, ötekileştirme, toplumsal şiddet, ve zorunlu göç gibi dünya gündemini sarsan pek çok konu ele alınıyor. Pera Müzesi’nin iki katına yayılan sergiyi gezerken, eserleri beni en fazla etkileyen sanatçılardan biri Saira Wasim oldu. Fransız ressam Bouguereau’nun Madonna’sına atıfla ele aldığı bir eseriyle karşımıza çıkıyor Wasim.


Fotoğraf: Ali Alıcıoğlu


Yuvarlak bir kemer içerisinde, başlarında figürlerin önemini vurgulayan hâreleriyle batı sanatının klasikleşmiş Meryem ve çocuk İsa şemasını ele alan sanatçı, bu işiyle alışıldık şemayı yeniden yorumluyor. Bir kesesinde bebek, diğer kesesinde silah bulunan terazinin alışıldık şemanın dışına çıkan bu yeni yorum, bana eserde figürler üzerinden bir temsiliyetin söz konusu olduğunu düşündürdü. Çerçevenin dışında Amerikan başkanı Trump’ın karikatürize edilmiş gösterimlerinin yer alması, silahı bebekten daha ağır tartan bir terazi taşıyan kadın figürünün Amerika’yı simgelediğini gösteriyor. Dolayısıyla eser, istatistiklere göre her yıl 1300 çocuğun silahla vurularak öldürüldüğü Amerika’nın, başka ülkelerin silah politikaları konusunda söz sahibi olmasına gönderme yapıyor.



Diğer yandan, işlerini büyük bir heyecanla takip ettiğim Halil Altındere, sergide yer alan eserlerinin tamamında Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze görsel yansımalar ortaya koyuyor. Esprileriyle hayli keyif aldığım bir eserinde sanatçı, Osmanlı resim sanatı ve padişah portreciliğine önemli yenilikler getiren Rum asıllı ressam Kapıdağlı Konstantin’in 1789 yılında resmettiği aynı konulu eserine atıfta bulunuyor.


Kapıdağlı Konstantin, “III. Selim’in Culüs Töreni”, 1789

“Sultanın Drone’lu Culüs Töreni (2018)” adlı eserinde Altındere, hemen her şeyi Kapıdağlı Konstantin’in eserine bağlı kalarak düzenlemiş olsa da, 18. yüzyılda yapılmış resimden farklı olarak iki yeni ayrıntı eklemiş: Culüs (tahta çıkış) töreni gerçekleşen şehzadenin babasına ait portrenin bir drone tarafından taşınması ve eserin orta kısmında devlet erkânından kişilerin selfie çekmesi. Drone tarafından taşınan padişah portresinin varlığı, sanatçının Osmanlı Dönemi’nde padişaha duyulan derin saygıya dikkat çekme olarak düşünülebilir. Tarihsel açıdan bakmak gerekirse, vefat eden padişaha ait tabutun büyük bir kalabalıkla Divan Yolu’ndan geçmesi, ardından cenaze namazının kılıp defnedilmesi ritüelinin tamamlanmadan hiçbir şehzadenin tahta geçememesi, imparatorluk nezdinde de bu saygının büyüklüğünü yeterince ifade ediyor.




Halil Altındere, sergideki aynı bakış açısıyla ürettiği 3 eserinde de, tarihsel figürleri, olay ve ritüelleri, orijinal mekânlarından ayırmadan ama bugünün alışkanlıklarını vurgulayarak ele alıyor. Bu sebeple sanatçıya ait eserlerin tamamı bana, küratör Azra Tüzünoğlu’nun sergi hakkında söylediği “Bugün sahte bir geçmişe özlem duyulan söylemler çoğalırken, daha iyi bir gelecek ve şimdi için belki de geçmişi sorunsallaştırmak gerekiyor.” sözünü hatırlattı. Çünkü sanatçının, yüzyılları farklı düzlemlere oturtup üst üste koyarak yaratmak istediği “absürt” dünya, bugün geçmişe duyulan “sahte” özlemin görsel bir yansıması. Altındere’nin sergide yer alan işlerinde fark ettiğim bu bakış açısını sağlam bir zemine oturtmak ve çağdaş minyatür sanatının aslında bugün ne anlatmayı hedeflediğini anlamak içinse minyatürün tarihsel sürecine bakmak gerekiyor.


Fotoğraf: Ali Alıcıoğlu


19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana gerçekleştirilen kazı ve araştırmalarla, minyatür resminin tarihsel geçmişi Uygurlar’a (M.Ö. 1. yy. - M.S. 13. yy.) kadar götürülüyor. Ardından Orta Asya’da varlığını yüzyıllar boyunca sürdüren minyatür sanatı, Karahanlı Devleti’nin Anadolu topraklarına ulaşması ile burada İslamiyet’le harmanlanıyor ve fethedilen yerlere de ulaştırılıyor. Minyatür sanatının doğu kültürüyle anılmasının sebebi ise aslında bu gelişmelerden sonra ortaya çıkan tasvir yasağı. Çünkü İslamiyette tartışılmaya başlayan tasvir yasağıyla birlikte tüm Müslüman topraklarda resim sanatı yalnızca minyatür resminden ibaret hale geliyor.


Şehnameci Seyyid Lokman & Nakkaş Osman, “Siyer-i Nebi”, 16. yüzyıl, Hz Muhammed Miraç Yolculuğunda


Minyatür sanatında Anadolu Türklerinin etkisinin artması ise, Selçuklu Türklerinin İran’dan, önce Ön Asya'ya daha sonra Suriye ve Anadolu'ya yayılmasıyla gerçekleşiyor. 15. yüzyılın ilk yarısına gelindiğinde Bursa’da, Çelebi Mehmed, II. Murad ve Umur Bey’in koruyuculukları altında, tezhipli yazmalar hazırlanması için atölyeler kurulmasıyla birlikte de minyatür resminin Osmanlı İmparatorluğu saray sanatı olması yönünde adımlar atılmaya başlanıyor.


Ahmedî, “Miraçname”, 1450-1460, Edirne?


Bu yoldaki birinci en büyük adım, başkentin Edirne’ye taşınması ve burada büyük bir nakkaşhane kurulması. Ardından II. Mehmed’in İstanbul’u fethetmesi ve İstanbul Nakkaşhanesi’nin açılmasıyla devam eden gelişmelerle minyatür sanatı, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devirlerinde yaşanan üretimlerle bugün Osmanlı İmparatorluğu için söz edilen mertebeye ulaşıyor.



Matrakçı Nasuh, “Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn”, 1534


Fethedilen ve temas kurulan yerlerin sanat anlayışı ve minyatür üslubuyla harmanlanarak kendine has bir şekle bürünen Osmanlı minyatür resmi, 18 ve 19. yüzyıllara gelindiğinde farklılaşma sürecine giriyor. Batı dünyasında yaşanan siyasî, askerî ve teknik alandaki gelişmelerden doğan üstünlüğün Osmanlı tarafından kabul edilmesiyle ortaya çıkan bu farklılaşma, Osmanlı sanatında yeni bir dönemin başlangıcı kabul ediliyor.



Levnî, “Kıyafet Albümleri”, 1720, Acem Çengisi Maverdi (Dans Eden Kadın)


Sanat ve mimaride “batılılaşma” olarak adlandırılan bu dönemde minyatür sanatı özellikle nakkaş Levnî’yle bir canlanma sürecine girse de, gerek konu gerekse amaç bakımından evrilmeye, sanatçılarsa çok geçmeden minyatür resmi yerine batılı tarzdaki tuval resimleri üretmeye başlıyor. Minyatür sanatı bu şekilde popülerliğini yitirirken, zamanla çağdaş üretimler yapan sanatçıların minyatürü kendi üslupları haline getirmesiyle daha farklı bir yönde ilerlemeye başlıyor.



Abdülmecid Efendi, “Haremde Beethoven”, 1915


Minyatür 2.0: Güncel Sanatta Minyatür” sergisi, Uygurlar tarafından yeşermeye başlamış, İran ve ardından Osmanlı üretimleriyle kökleri sağlamlaşmış minyatür sanatının bugün farklı anlatım ve gösterim biçimiyle yeniden doğuşunu incelemek isteyenler tarafından mutlaka görülmeli. Taksim Meşrutiyet Caddesi’nde devam eden sergi, 17 Ocak’a kadar sürüyor.

Recent Posts

See All
bottom of page